Bu benim ilk kitabım; ama son olmayacak. Batı ülkelerine oranla kitap
yazanların son derece az olduğu Türkiye'mizde, her bilgili kişinin bir şeyler
yazıp, deneyimlerini başkalarıyla mutlaka paylaşması gerektiğine inanıyorum. Batı ülkelerinde gördüğümüz gibi ülkemizin de her yerinde kitapçılara
adım başı rastlanılmasını, kitapçılarımız ve kütüphanelerimizin çok çeşitli
kitaplarla dolu olmasını diliyorum.
Yıl 1983. Marmara Üniversitesi Gazetecilik Yüksek Okulu'ndayım.
Yüksek lisansımı yeni tamamlamışım. Bir yandan İngilizce öğretmenliği
yaparken bir yandan da kısmi zamanlı olarak sosyal psikoloji dersi veriyo-rum. Bana verilen sınıfın mevcudu 200 kişi civarında. "Sınıfa genellikle kaç
kişi gelir?" diye sordum. "30-40" diye cevap verdiler. "Gerisi ne yapar?"
Kimse bilmiyor! Sınıfa girdim; hakikaten 35 civarında öğrenci var. Kimse-nin cevabını bilmediği soruyu yeniden sordum:
"Gelmeyen arkadaşlarınız nerede?"
"Bir kısmı çalışıyor, hocam," dediler. "Bir kısmı ise kantinde; ya oyun
oynuyor ya da sohbet ediyor."
"Ya gerisi?"
"Gerisi 'içerde'."
"Gidip çağırın," dedim. "İçerde ne yapıyorlar? Dersin hangi sınıfta ol-duğunu bilmiyorlar mı?" Sınıfta müthiş bir kahkaha koptu.
"Hocam, 'içerde' demek hapiste demek; siz anlamadınız." O kadar şa-şırmıştım ki, inanın, ne cevap verdiğimi bile hatırlamıyorum. Belki de hiç
bir şey söyleyememişimdir.
Aldı mı beni bir düşünce! Derse girmeyen öğrenciye hiç alışık değilim.
'İçerde' olanlara bir şey yapamazdım ama kantinde ya da orada burada dola-şan öğrenciyi içeri çekebilmek gerekirdi. İşe başlarken müdür yardımcıların-dan biri, "Hoca hanım, siz çok gençsiniz; bazı öğrencilerle neredeyse aynı
yaştasınız. Çok dikkat edin. Sakın onların yüzlerine bakmayın; soru sormala-rına, bir şey söylemelerine izin vermeyin. Sizinle dalga geçerler, kontrol
edemezsiniz, dersinizi verin ve çıkın," diye iyi niyetle ve beni korumak ama-cıyla biraz nasihat etmişti. Ne var ki ben zaten 4-5 yıldır İngilizce öğretmen-liği yapmakta olduğum için bizim meslekte 'sahne korkusu' diye adlandırı-lan o korkudan eser yoktu. Ayrıca sadece kendimin konuşabildiği ortamlar-dan hoşlanmam. Başka kişilerin - özellikle öğrencilerimin - fikirlerini duy-maya, onlardan bir şeyler öğrenmeye bayılırım. O zaman ne yapmalıydım?
Tabii ki öğrenciyi öğrenim/ öğretim sürecine aktif olarak sokmalıydım. Ve
öyle de yaptım. Tartışmalı, alışverişli bir ders oldu sosyal psikoloji dersi. Sı-nıf mevcudu 60-70'lere fırladı. Bazen bu sayıyı da geçiyordu. Sınıfta sandal-ye yetmiyordu da yandaki sınıflardan getiriyorlardı. Çocuklar, "Hocam, siz
bizi adam yerine koyuyorsunuz." diyorlardı. Herkes memnundu. 35 yıllık
öğretmenlik deneyimimde hiç unutamadığım nadir anılarla doludur o günler.
Daha sonra bu başarı beni tatmin etmemeye başladı. Herkese projeler
vermeye karar verdim. Araştırma yapacaklar, kitap okuyacaklar ve bir konu
üzerinde dönem ödevi hazırlayacaklardı. Dönem bitmek üzereyken, ödevleri
topladım ve eve götürdüm. Okul bitmeden öğrencilere ödevleri hakkında dö-nüt vermek istediğimden, onlara söyle bir göz gezdirdim. Kaynak olarak kul-landıkları kitaplar 4'ü veya 5'i geçmiyordu ve üstelik hepsinin kullandığı ki-taplar da aynıydı. Sınıfa girdim ve sordum:
"Niye hep aynı kitapları kullandınız? Niye bu kadar az kitap kullandı-nız?"
"Başka kitap yok ki," dediler. "Biz ancak bunları bulabildik. Diğer ki-taplar hep İngilizce. Biz İngilizce bilmiyoruz ki."
Hep İngilizcenin bilindiği ortamlardan gelen biri olarak böyle bir şey
hiç aklıma gelmemişti! Nasıl da düşünememiştim! Ve o gün kendi kendime
söz verdim. Kitap yazmalıydım. Üniversite seviyesinde kitaplar.
Ne yazık ki kendime uygun bir doktora programı bulup, bitirene ve bir
üniversitede tam zamanlı olarak çalışmaya başlayana dek uzun yıllar geçti
ama kendime verdiğim sözü hiç unutmadım. Hedef olarak hep bunu gördüm.
Gerçi aradan geçen bu 29 yılda - ne hoş ki - hem İngilizce ders kitaplarından
faydalanabilen kişi sayısı arttı hem de Türkçe yayınlar çoğaldı. Ama yine de
Türkiye'mizin ve halkımızın daha çok Türkçe bilimsel kitaplara gereksinimi
olduğuna ve de bunu hak ettiğine inanıyorum.
Elinizdeki bu kitap, eğitim psikolojisi dersi alan bir öğrenciye, stajyer
ve/veya tecrübeli bir öğretmene yardım etmek amacıyla yazılmıştır. Daha
çok kuramsal bilgiler içerir. Bu bilgiler değişik eğitim psikolojisi kitapların-dan faydalanıp (referansları kaynakçada belirtilmiştir), derlenip belirli bir
görüş açısı eklenerek yazılmıştır. Fakat türünden farkı, Türkiye'mizin yetiş-tirdiği akademisyenlerin, yüksek lisans ve doktora öğrencilerinin yayınlan-mış bilimsel çalışmalarının da burada yer almasıdır. Erişebildiğim kadar çok
çalışmayı kitabımın içine dahil etmeye çalıştım. Amacım tüm akademisyen-lerin birbirinden haberdar olmaları; onların yurdumuz içinde ve dışında ya-yınlanmış olan tez ve bilimsel çalışmalarını bilip, onları gelecekteki araştır-malarına temel olarak alacakları diğer yabancı çalışmaların arasına katmaları
ve hatta birbirlerine atıf yapmalarıdır. Birbirimizden ne kadar haberdar olur-sak, toplumlararası sosyal, kültürel ve psikolojik farklılıkları ya da benzer-likleri göz ardı etmemiz o kadar zorlaşır.
Eğer deneyimli bir öğretmen iseniz, elinize aldığınız bu kitabın ilk say-fasını çevirdiğinizde, "Bu bana bilmediğim ne verebilir ki!" diye düşünebi-lirsiniz. Bunun cevabı daha önce öğretmenlikte geçirmiş olduğunuz yıllar
veya eğitiminiz sırasında almış olduğunuz pedagoji dersleri gibi çok çeşitli
etkenlere bağlı olabilir. Deneyimliyseniz, öğretme/öğrenme süreciyle de il-gili çok şey biliyorsunuzdur. Herhalde onlarca meslektaşınızı izlemiş, onlar-la iletişime girmişsinizdir. Yığınla metin okumuş, her türlü ödev düzeltmiş
ve belki de yüzlerce sınav vermiş ve not atmışsınızdır. Mesleğinizle ilgili çeşitli görüş ve yaklaşımlara beğeni veya şüpheyle bakmışsınızdır. Tüm bunla-ra rağmen bütün sınıfın dikkatini çekebilmenin ne kadar zor olduğunu ve
bilginizi tüm öğrencilerinize aktarabilmekte, yahut da kenarda köşede kal-mış bir öğrenciye ulaşmakta ne kadar zorlandığınızı bir hatırlayın.
Bu yüzden, sınıfı öğretmen gözüyle değil de, profesyonel bir eğitimci-nin bakış açısıyla değerlendirmek işinize yarayabilir. Bu kitabın amacı, sizi
ünlü ve değerli yerli/yabancı eğitimci ve psikologların bilimsel bulgularıyla
ve davranış bilimiyle tanıştırmak; bilginin özüyle kaynaştırmaktır. Buradan
öğreneceklerinizin tümünü sınıflarınızda doğrudan deneyip, bu işten zevk
alarak daha büyük başarılar edinebilirsiniz.
Psikologlar yüzyıllardır insan davranışıyla ilgili çok çeşitli araştırmalar
yapmaktadırlar. Tüm bu çalışmalara öğrencilik yıllarınızdan aşina olabilirsi-niz ama bu bilgileri sınıflarınızda nasıl kullanacağınızı hiç düşündünüz mü?
Veya düşünmenin zamanı artık gelmedi mi?
Bizim eğitim sistemimiz sınav amaçlıdır. Öğrenci sınav için okur, öğ-retmen sınavla değerlendirir. İşe eleman alırken sınav açarız; terfi ettirirken
sınav veririz. Koleje girerken sınav; okul bitirirken, üniversiteye girerken sı-nav, sınav... Sınav adeta tek hedef haline gelmiştir. Halbuki sınav bilgi için
kullanılır; bilgi sınav için verilmez. Öğrenci çoğunlukla niçin o dersi aldığı-nı, o dersin ne işe yaradığını veya yarayacağını bilmez, zaten bilse de onu il-gilendirmez zira sınavda iyi not alsın da bu ona yeterlidir. Öğretmenin neler
sorabileceği üzerinde birazcık düşünülür, gerekirse not çıkarılır ve ezberle-nir. Sınavda çalıştıkları gelirse ne ala; gelmezse bir sonraki sınava yine aynı
şekilde çalışılır. Zira kalıpların dışına çıkıp biraz değişik çalışırsa öğretme-nin sorduklarını cevaplayamaz; farklı şekilde cevaplarsa da zaten iyi not ala-maz. Eğer yıl sonunda dersten geçerse, kitaplar da çöpe atılır. Geçilmezse
belki de bir özel öğretmen tutulur ve aynı şekilde çalıştırılmaya devam edilir
ve öğrencinin dersi geçmesi sağlanır.
Peki, bu kısır döngüden nasıl çıkabiliriz? Ezberi, bilinçsiz amaçsız ça-lışmayı nasıl aşabiliriz? Öğrenciye kitaplar eşliğinde doğru yolu bulmasını
nasıl sağlarız? Öğrenciyle nasıl kaynaşabilir, nasıl barışabiliriz? Onları geçi-ci değil de kalıcı bilgilere nasıl ulaştırabiliriz? Okulda öğrendiklerini hayata aktarabilmeyi onlara nasıl öğretebiliriz? Hepsinden önemlisi ise düşünmesi-ni bilen, araştırmacı ruhlu, kendine güvenen, hedeflerini kendi kendine sap-tayabilen ve ömür-boyu öğrenmeyi hedef haline getirmiş öğrenciler nasıl ye-tiştirebiliriz?
Ezberci bir eğitimin uzantısı olarak öğrencilik yıllarında öğrendikleri-mizi nasıl hayata geçireceğimizi genellikle bilmeyiz. Zaten dersler de ne ya-zık ki böyle bir amaç taşımaz. Bunun yanı sıra sınıflarda bilgi çoğunlukla
tek yönlüdür. Öğretmen anlatır, öğrenci dinler. Öğretmen öğretir, öğrenci
öğrenir(!) Öğretmen konuşur; öğrenci susar. Zaten onlardan da susmaları
beklenir. Öğrenciler öğretmeni, öğretmenler ise öğrenciyi "öteki" olarak ad-landırır. Kısaca sınıflarımızın çoğunda monolog hakimdir; bir türlü diyaloga
geçememişizdir. Çocuklarımızın, öğrencilerimizin hayal dünyasını, yaratma,
düşünme yeteneğini neredeyse hiçe saymaktayızdır. Sanki onlar birer kukla-dırlar ve ipleri de bizim elimizdedir. Merak etmek, araştırmak, keşfetmek ve
paylaşmak bizim için geçerli olmayan kavramlardır. Onun için elimizdeki
bilgiyle ne yapacağımızı, onun ne işe yaradığını bilmeyiz. Bilgiyle uygulama
hiçbir zaman kavuşamamış,kaynaşamamıştır.
Ne sadece kuramsal bilgilerimizi, ne de uygulamalı deneyimlerimizi tek
başına kullanmaya inandım. Her zaman her ikisini sağlıklı bir şekilde birleş-tirmek ve bir hamurda yoğurmak gerektiğini savundum. Eksiklerimin olma-ması mümkün değildir. Dileğim benden sonra yazacak meslektaşlarımın ek-sikliklerimi tamamlamasıdır. Zira milletçe her şeyden önce, daha çok eğiti-me ve kitaba ihtiyacımız var.
Bu benim ilk kitabım; ama son olmayacak. Batı ülkelerine oranla kitap
yazanların son derece az olduğu Türkiye'mizde, her bilgili kişinin bir şeyler
yazıp, deneyimlerini başkalarıyla mutlaka paylaşması gerektiğine inanıyorum. Batı ülkelerinde gördüğümüz gibi ülkemizin de her yerinde kitapçılara
adım başı rastlanılmasını, kitapçılarımız ve kütüphanelerimizin çok çeşitli
kitaplarla dolu olmasını diliyorum.
Yıl 1983. Marmara Üniversitesi Gazetecilik Yüksek Okulu'ndayım.
Yüksek lisansımı yeni tamamlamışım. Bir yandan İngilizce öğretmenliği
yaparken bir yandan da kısmi zamanlı olarak sosyal psikoloji dersi veriyo-rum. Bana verilen sınıfın mevcudu 200 kişi civarında. "Sınıfa genellikle kaç
kişi gelir?" diye sordum. "30-40" diye cevap verdiler. "Gerisi ne yapar?"
Kimse bilmiyor! Sınıfa girdim; hakikaten 35 civarında öğrenci var. Kimse-nin cevabını bilmediği soruyu yeniden sordum:
"Gelmeyen arkadaşlarınız nerede?"
"Bir kısmı çalışıyor, hocam," dediler. "Bir kısmı ise kantinde; ya oyun
oynuyor ya da sohbet ediyor."
"Ya gerisi?"
"Gerisi 'içerde'."
"Gidip çağırın," dedim. "İçerde ne yapıyorlar? Dersin hangi sınıfta ol-duğunu bilmiyorlar mı?" Sınıfta müthiş bir kahkaha koptu.
"Hocam, 'içerde' demek hapiste demek; siz anlamadınız." O kadar şa-şırmıştım ki, inanın, ne cevap verdiğimi bile hatırlamıyorum. Belki de hiç
bir şey söyleyememişimdir.
Aldı mı beni bir düşünce! Derse girmeyen öğrenciye hiç alışık değilim.
'İçerde' olanlara bir şey yapamazdım ama kantinde ya da orada burada dola-şan öğrenciyi içeri çekebilmek gerekirdi. İşe başlarken müdür yardımcıların-dan biri, "Hoca hanım, siz çok gençsiniz; bazı öğrencilerle neredeyse aynı
yaştasınız. Çok dikkat edin. Sakın onların yüzlerine bakmayın; soru sormala-rına, bir şey söylemelerine izin vermeyin. Sizinle dalga geçerler, kontrol
edemezsiniz, dersinizi verin ve çıkın," diye iyi niyetle ve beni korumak ama-cıyla biraz nasihat etmişti. Ne var ki ben zaten 4-5 yıldır İngilizce öğretmen-liği yapmakta olduğum için bizim meslekte 'sahne korkusu' diye adlandırı-lan o korkudan eser yoktu. Ayrıca sadece kendimin konuşabildiği ortamlar-dan hoşlanmam. Başka kişilerin - özellikle öğrencilerimin - fikirlerini duy-maya, onlardan bir şeyler öğrenmeye bayılırım. O zaman ne yapmalıydım?
Tabii ki öğrenciyi öğrenim/ öğretim sürecine aktif olarak sokmalıydım. Ve
öyle de yaptım. Tartışmalı, alışverişli bir ders oldu sosyal psikoloji dersi. Sı-nıf mevcudu 60-70'lere fırladı. Bazen bu sayıyı da geçiyordu. Sınıfta sandal-ye yetmiyordu da yandaki sınıflardan getiriyorlardı. Çocuklar, "Hocam, siz
bizi adam yerine koyuyorsunuz." diyorlardı. Herkes memnundu. 35 yıllık
öğretmenlik deneyimimde hiç unutamadığım nadir anılarla doludur o günler.
Daha sonra bu başarı beni tatmin etmemeye başladı. Herkese projeler
vermeye karar verdim. Araştırma yapacaklar, kitap okuyacaklar ve bir konu
üzerinde dönem ödevi hazırlayacaklardı. Dönem bitmek üzereyken, ödevleri
topladım ve eve götürdüm. Okul bitmeden öğrencilere ödevleri hakkında dö-nüt vermek istediğimden, onlara söyle bir göz gezdirdim. Kaynak olarak kul-landıkları kitaplar 4'ü veya 5'i geçmiyordu ve üstelik hepsinin kullandığı ki-taplar da aynıydı. Sınıfa girdim ve sordum:
"Niye hep aynı kitapları kullandınız? Niye bu kadar az kitap kullandı-nız?"
"Başka kitap yok ki," dediler. "Biz ancak bunları bulabildik. Diğer ki-taplar hep İngilizce. Biz İngilizce bilmiyoruz ki."
Hep İngilizcenin bilindiği ortamlardan gelen biri olarak böyle bir şey
hiç aklıma gelmemişti! Nasıl da düşünememiştim! Ve o gün kendi kendime
söz verdim. Kitap yazmalıydım. Üniversite seviyesinde kitaplar.
Ne yazık ki kendime uygun bir doktora programı bulup, bitirene ve bir
üniversitede tam zamanlı olarak çalışmaya başlayana dek uzun yıllar geçti
ama kendime verdiğim sözü hiç unutmadım. Hedef olarak hep bunu gördüm.
Gerçi aradan geçen bu 29 yılda - ne hoş ki - hem İngilizce ders kitaplarından
faydalanabilen kişi sayısı arttı hem de Türkçe yayınlar çoğaldı. Ama yine de
Türkiye'mizin ve halkımızın daha çok Türkçe bilimsel kitaplara gereksinimi
olduğuna ve de bunu hak ettiğine inanıyorum.
Elinizdeki bu kitap, eğitim psikolojisi dersi alan bir öğrenciye, stajyer
ve/veya tecrübeli bir öğretmene yardım etmek amacıyla yazılmıştır. Daha
çok kuramsal bilgiler içerir. Bu bilgiler değişik eğitim psikolojisi kitapların-dan faydalanıp (referansları kaynakçada belirtilmiştir), derlenip belirli bir
görüş açısı eklenerek yazılmıştır. Fakat türünden farkı, Türkiye'mizin yetiş-tirdiği akademisyenlerin, yüksek lisans ve doktora öğrencilerinin yayınlan-mış bilimsel çalışmalarının da burada yer almasıdır. Erişebildiğim kadar çok
çalışmayı kitabımın içine dahil etmeye çalıştım. Amacım tüm akademisyen-lerin birbirinden haberdar olmaları; onların yurdumuz içinde ve dışında ya-yınlanmış olan tez ve bilimsel çalışmalarını bilip, onları gelecekteki araştır-malarına temel olarak alacakları diğer yabancı çalışmaların arasına katmaları
ve hatta birbirlerine atıf yapmalarıdır. Birbirimizden ne kadar haberdar olur-sak, toplumlararası sosyal, kültürel ve psikolojik farklılıkları ya da benzer-likleri göz ardı etmemiz o kadar zorlaşır.
Eğer deneyimli bir öğretmen iseniz, elinize aldığınız bu kitabın ilk say-fasını çevirdiğinizde, "Bu bana bilmediğim ne verebilir ki!" diye düşünebi-lirsiniz. Bunun cevabı daha önce öğretmenlikte geçirmiş olduğunuz yıllar
veya eğitiminiz sırasında almış olduğunuz pedagoji dersleri gibi çok çeşitli
etkenlere bağlı olabilir. Deneyimliyseniz, öğretme/öğrenme süreciyle de il-gili çok şey biliyorsunuzdur. Herhalde onlarca meslektaşınızı izlemiş, onlar-la iletişime girmişsinizdir. Yığınla metin okumuş, her türlü ödev düzeltmiş
ve belki de yüzlerce sınav vermiş ve not atmışsınızdır. Mesleğinizle ilgili çeşitli görüş ve yaklaşımlara beğeni veya şüpheyle bakmışsınızdır. Tüm bunla-ra rağmen bütün sınıfın dikkatini çekebilmenin ne kadar zor olduğunu ve
bilginizi tüm öğrencilerinize aktarabilmekte, yahut da kenarda köşede kal-mış bir öğrenciye ulaşmakta ne kadar zorlandığınızı bir hatırlayın.
Bu yüzden, sınıfı öğretmen gözüyle değil de, profesyonel bir eğitimci-nin bakış açısıyla değerlendirmek işinize yarayabilir. Bu kitabın amacı, sizi
ünlü ve değerli yerli/yabancı eğitimci ve psikologların bilimsel bulgularıyla
ve davranış bilimiyle tanıştırmak; bilginin özüyle kaynaştırmaktır. Buradan
öğreneceklerinizin tümünü sınıflarınızda doğrudan deneyip, bu işten zevk
alarak daha büyük başarılar edinebilirsiniz.
Psikologlar yüzyıllardır insan davranışıyla ilgili çok çeşitli araştırmalar
yapmaktadırlar. Tüm bu çalışmalara öğrencilik yıllarınızdan aşina olabilirsi-niz ama bu bilgileri sınıflarınızda nasıl kullanacağınızı hiç düşündünüz mü?
Veya düşünmenin zamanı artık gelmedi mi?
Bizim eğitim sistemimiz sınav amaçlıdır. Öğrenci sınav için okur, öğ-retmen sınavla değerlendirir. İşe eleman alırken sınav açarız; terfi ettirirken
sınav veririz. Koleje girerken sınav; okul bitirirken, üniversiteye girerken sı-nav, sınav... Sınav adeta tek hedef haline gelmiştir. Halbuki sınav bilgi için
kullanılır; bilgi sınav için verilmez. Öğrenci çoğunlukla niçin o dersi aldığı-nı, o dersin ne işe yaradığını veya yarayacağını bilmez, zaten bilse de onu il-gilendirmez zira sınavda iyi not alsın da bu ona yeterlidir. Öğretmenin neler
sorabileceği üzerinde birazcık düşünülür, gerekirse not çıkarılır ve ezberle-nir. Sınavda çalıştıkları gelirse ne ala; gelmezse bir sonraki sınava yine aynı
şekilde çalışılır. Zira kalıpların dışına çıkıp biraz değişik çalışırsa öğretme-nin sorduklarını cevaplayamaz; farklı şekilde cevaplarsa da zaten iyi not ala-maz. Eğer yıl sonunda dersten geçerse, kitaplar da çöpe atılır. Geçilmezse
belki de bir özel öğretmen tutulur ve aynı şekilde çalıştırılmaya devam edilir
ve öğrencinin dersi geçmesi sağlanır.
Peki, bu kısır döngüden nasıl çıkabiliriz? Ezberi, bilinçsiz amaçsız ça-lışmayı nasıl aşabiliriz? Öğrenciye kitaplar eşliğinde doğru yolu bulmasını
nasıl sağlarız? Öğrenciyle nasıl kaynaşabilir, nasıl barışabiliriz? Onları geçi-ci değil de kalıcı bilgilere nasıl ulaştırabiliriz? Okulda öğrendiklerini hayata aktarabilmeyi onlara nasıl öğretebiliriz? Hepsinden önemlisi ise düşünmesi-ni bilen, araştırmacı ruhlu, kendine güvenen, hedeflerini kendi kendine sap-tayabilen ve ömür-boyu öğrenmeyi hedef haline getirmiş öğrenciler nasıl ye-tiştirebiliriz?
Ezberci bir eğitimin uzantısı olarak öğrencilik yıllarında öğrendikleri-mizi nasıl hayata geçireceğimizi genellikle bilmeyiz. Zaten dersler de ne ya-zık ki böyle bir amaç taşımaz. Bunun yanı sıra sınıflarda bilgi çoğunlukla
tek yönlüdür. Öğretmen anlatır, öğrenci dinler. Öğretmen öğretir, öğrenci
öğrenir(!) Öğretmen konuşur; öğrenci susar. Zaten onlardan da susmaları
beklenir. Öğrenciler öğretmeni, öğretmenler ise öğrenciyi "öteki" olarak ad-landırır. Kısaca sınıflarımızın çoğunda monolog hakimdir; bir türlü diyaloga
geçememişizdir. Çocuklarımızın, öğrencilerimizin hayal dünyasını, yaratma,
düşünme yeteneğini neredeyse hiçe saymaktayızdır. Sanki onlar birer kukla-dırlar ve ipleri de bizim elimizdedir. Merak etmek, araştırmak, keşfetmek ve
paylaşmak bizim için geçerli olmayan kavramlardır. Onun için elimizdeki
bilgiyle ne yapacağımızı, onun ne işe yaradığını bilmeyiz. Bilgiyle uygulama
hiçbir zaman kavuşamamış,kaynaşamamıştır.
Ne sadece kuramsal bilgilerimizi, ne de uygulamalı deneyimlerimizi tek
başına kullanmaya inandım. Her zaman her ikisini sağlıklı bir şekilde birleş-tirmek ve bir hamurda yoğurmak gerektiğini savundum. Eksiklerimin olma-ması mümkün değildir. Dileğim benden sonra yazacak meslektaşlarımın ek-sikliklerimi tamamlamasıdır. Zira milletçe her şeyden önce, daha çok eğiti-me ve kitaba ihtiyacımız var.
Kitabın temin süresi ortalama 3-5 gündür. Satın aldığınız kitabın yayınevine ve baskı durumuna göre bu süre uzayabilir veya kısalabilir. Megakitap.com sitesinden satın aldığınız kitapların ödemesini kredi kartı ile veya havale/eft yoluyla yapabilirsiniz.
Kitaplar temin edildikten sonra kargoya verilecektir. Stokta bulunan kitaplar aynı gün kargoya verilir. Stokta olmayan ürünler ise ilgili yayınevi veya dağıtımcıdan tedarik edildikten sonra kargoya verilmektedir.
Kargonun teslim süresi bulunduğunuz bölgeye ve seçtiğiniz kargo firmasına göre değişkenlik göstermekle birlikte ortalama 1-2 gündür.
Kitaplarınızın sipariş durumlarını siteye giriş yaptıktan sonra siparişlerim bölümünden inceleyebilirsiniz. Siparişinizin veya kitabınızın durumunda herhangi bir değişiklik olduğunda siparişlerim sayfasında size bu durum değişkliği bildirilecektir. Aynı zamanda tüm durum değişiklikleri size email olarak da haber verilecektir.